1800’lerin ortalarında görülen ve ‘kartomania’ olarak tanımlanan fotoğraf toplama çılgınlığı, Fransız mucit Disderi’nin tasarımından sonra yaşandı. Yeni bulunan kartvizit format fotoğrafı ucuzlattı ve halk tabakasına doğru yaydı. İşte olanlar da ondan sonra oldu...
Fotoğraf tarihi aslında buluşlar ve icatlar tarihidir de. Bu alandaki gelişim ve değişim ilk andan itibaren söz konusu ve halen devam ediyor. Neyse ki bunun iyi sonuçları da var. Teknik ve kimyasal alandaki gelişmeler zamanla fotoğrafın ucuzlamasını sağladı. Bu da fotoğrafı adım adım tabana doğru yaydı.
Fakat fotoğrafın erken dönemlerde, bir stüdyo açmanın da, fotoğraf çektirmenin de maliyeti oldukça yüksekti. Dolayısıyla ilk zamanlarda portre fotoğraflarına; maddi olarak belli bir birikime ulaşmış kişiler tarafından ilgi gösterildi. Elbette portre fotoğrafları, portre resimlerine göre daha ucuzdu. Bu bakımdan da fotoğrafın; soylulara özenen burjuva sınıfının imdadına yetiştiğini söyleyebiliriz. Ressamlara avuç dolusu para dökemeseler de, fotoğraf sayesinde sonsuza kadar yaşayacak bir suret bırakmak onlar için de mümkün oldu.
Çok değil, icadından 15 yıl sonra fotoğraf alanındaki yeni bir gelişme, özellikle portre alanında yoğun bir hareketlilik yarattı. Bu gelişmeyi Eugène Disdéri’ye borçluyuz. Cenovalı bir kumaşçının oğlu olan Disdéri servet kazanma umuduyla Paris’e gider ve bir fotoğraf stüdyosu açar. Sezgisi yüksek bir kişidir; fotoğrafı ucuzlatmanın ve daha çok kişinin portresini çekmenin yollarını düşünür, çareler arar…
O günlerde fotoğrafın pahalı olmasının sebeplerinden biri şuydu: fotoğraf metal plakalar üzerine pozitif olarak basılıyordu, dolayısıyla çoğaltılamıyordu. Yani onca parayı tek bir kare fotoğraf için veriyordunuz. Diğer sebep ise, o günkü teknolojide fotoğraflar büyük ebatlarda üretiliyordu. Ayrıca fotoğraf çekmek pek çok aşama ve karışık bilgiyi de gerektiriyordu. Öyle olunca da tek bir fotoğraf karesi için çok fazla zaman ve emek harcanıyordu. İşte tüm bu sebepler fotoğrafı, sadece soylu ve zenginlere sunulan bir hizmet haline getiriyordu.
Şans Disdéri'den yanaydı
Disdéri fotoğrafı sadece soylu ve zenginlere sunulan bir hizmet olmaktan çıkararak, daha geniş kitlelere ulaşmak istemektedir. Şans da ondan yana oldu ve 1854 yılında bu hayalini gerçeğe dönüştürdü. Bu tarihte kartvizit formatının (6cm x 9 cm) patentini alarak fotoğraf dünyasında çığır açacak bir yeniliğe imza attı. Biraz açarsak, bu dahi adam öyle bir makine tasarladı ki, ön plakada tek değil, birden fazla objektif bulunuyordu. Bunlardan hangisinin kapağını açarsa plakanın o kısmına denk gelen yer pozlanıyordu. Yani tek bir plakaya birden fazla fotoğraf kaydedilebiliyordu. Makine tasarımına bağlı olarak, ön düzleme kaç objektif yerleştirilmişse o kadar sayıda fotoğraf tek bir plakaya kaydediliyordu. Tabii ebatlar oldukça küçülmüş oldu, ama aldıran kim? Üstelik mucidimiz metal plaka yerine cam negatif kullanmaya da başlıyor. Böylece fotoğraf; hem ebadı küçüldüğü için, hem de tekrar tekrar basılabildiği için iyice ucuzluyor.
Tabii, fotoğrafın ucuzlaması ona olan talebi de arttırıyor. Aslında burada şunun altını çizmek isterim, fotoğraf sadece insanların kendi portrelerini ya da yakınlarını görmek için başvurdukları, sakladıkları bir nesne olmaktan çoktan çıkmış durumdaydı. İlk andan itibaren insanlar fotoğrafla kaydedilmiş her türlü görüntüye karşı büyük bir ilgi gösterdi. Bu ünlülerin portreleri olduğu kadar, hiç gidip görmedikleri ve göremeyecekleri diyarların; harabelerin; dünyanın diğer ucunda yaşayan insanların; yabancısı oldukları ve yeni yeni tanımaya başladıkları kültürlerin fotoğraflarını da kapsıyor. Hatta reprodüksiyon olması bile sorun değildi. Hangi yolla çoğaltılmış olursa olsun, her görüntü de aynı ilgiyi görüyordu. Nadire kabinelerinden ya da merak kabinelerinden sonra fotoğraf da, en önemli koleksiyon platformlarından biri oldu. Ama kartvizit formatın bulunmasıyla, daha doğrusu fotoğrafın ucuzlamasıyla bu durum, çılgın bir hal aldı.
Fransa’da kartvizit fotoğraflara ilgi 1858 yılına doğru yoğunluk kazanıyor. İngiltere’de ise 1861’le 1867 arasında yılda 4 milyon kartvizit satılıyor. Tabii o zamanki nüfusu göz önünde bulundurmak lazım.
Bu basit ama fark yaratan icat sayesinde; fotoğraf çektirenler; değiş tokuş yapanlar; asilzadelerden siyasetçilere, sanatçılardan eş dosta kadar herkesin ve her şeyin fotoğrafını toplayıp albümlerde biriktirenler o kadar çoğalır ki, İngilizler bu durum için ‘cartomania’ terimini uydurur.
Satın alınan, hatta değiş tokuş yapılan portreler aile albümleri içinde saklanır. Yani, bir devler adamı ya da ünlü bir sanatçı, bir aile albümünde sıradan bir kişiyle yan yana gelir.
Ünlü simaların portreleri yüzbinlerce sattı
Ünlülerin portreleri stüdyolar için tam bir gelir kaynağı olur. Çünkü sıradan bir kişinin portresi 1 ila 3 dolar arasında satılırken, bir meşhurun portresi ise kişisine bağlı olarak 25 dolara kadar çıkabilmektedir. Üstelik insanlar kendi portrelerinden bir kaç düzine satın alırken, ünlü simalar yüzbinlerce satılabilmekteydi. Onun için de stüdyolar kendilerine özel alanlar belirlediler. Mesela kahramanımız Disdéri yüksek sosyete ve kibar fahişlerin fotoğrafını çeker. Nadar Paris bohemini fotoğraflar; İngiliz Silvy İngiliz aristokrasisinin ve sarayın fotoğraflarını çeker. Stüdyolar, insanların bu merakı sayesinde inanılmaz paralar kazanır.
Bu dönemde stüdyolarda çalışan insan sayıları da yüksek rakamları bulur. Mesela Disdéri’nin atölyesinde hizmet verenlerin sayısı 80’e çıkar. Disdéri’nin kıvrak zekâsının yanında şansının da yaver gittiğini söylemiştim. Fransa’nın son imparatoru 3. Napolyon 1854 tarihinde ordusuyla birlikte İtalya’ya giderken fotoğraf çektirmek için onun atölyesinin önünde durur. İşte bu andan sonra ünü o kadar yayılır ki, onu tanımayan kalmaz. Stüdyosunda ciddi bir trafik yaşanır…
Disdéri ilginç bir kişi. Fotoğraf alanında uygulamaya koyduğu başka değişik fikirleri de var. Hatta sadece kendisiyle ilgili bir program yapılabilir. Ama konuyu çok dağıtmamak adına, kartvizit formatla ortaya çıkan fotoğraf trafiğine odaklanalım yine.
Bu trafik öyle boyutlara ulaşır ki Kral Albert 1861’de öldüğünde, bir haftada 70 bin adet portresi satılır.
Artık öyle bir pazar oluşur ki, sanatçılar da uyanır ve 1860’lardan itibaren bu pazardan pay almak isterler. Örneğin, 1867 yılında Amerika’yı dolaşmaya çıkan Charles Dickens, New York’un en ünlü stüdyolarından Jeremiah Gurney’e gider. Bilindiği gibi Gurney, Amerikan İç Savaşı’nı da fotoğraflayanlardan biridir. Charles Dickens Gurney’e, eğer ücretini ödemezse poz vermeyeceğini söyler. Bu haber sanatçılar arasında büyük yankı bulur ve onlarda şartların getirdiği bu durumdan faydalanmak isterler. Bir örnek daha verecek olursak, ünlü aktris Sarah Bernhardt 1880’de New York’a fotoğrafçı Napoleon Sarony’ye gider ve ilk çekimler için fotoğrafçıdan 1500 dolar para alır.
Bu arada Disdéri, 1863 yılında mozaik kart tekniğini de geliştirir. Neydi bu, portföyünde bulunan meşhurların portrelerini keserek yan yana getirip yapıştırır ve bunun fotoğrafını çeker. Yani portreleri kolaj yapıp, tekrar fotoğrafını çekip satarak koleksiyonunun önemli bir bölümünü yeniden satmayı başarır. Disdéri bu zeki hamleyle atölyesindeki trafiği iyice arttırır. Aslında yalnızca aktör ve aktrisler değildi; devlet adamları, imparatorluk portreleri, balerin bacakları gibi sayısız seçki elden ele, albümden albüme dolaştı.
Fotoğraf alanına böylesine bir devinim katan kahramanımız, bu kadar şöhret ve bu kadar parayı kazandıktan sonra, ne yazık ki 1884’te, Nice’de sefalet içinde ölür.
Bizim basınımızda da konuyla ilgili haberler çıkmış. Orhan Koloğlu’nun, 1863 tarihli Ruzname-i Ceride-i Havadis gazetesinden aktardığı haber şöyle: “Herkesin sevdiği zevatın ve akrabalarının ve Avrupa’ca ünlü kişilerin resimlerini küçük küçük kâğıtlara aldırıp (yani kartvizit boylar kastediliyor) özel olarak yaptırdıkları kitapların (yani albümlerin) aralarında saklamaları vazgeçilmez bir âdet hükmüne girmiştir. Bu tür kişilerin resimleri aşırı derecede yayılıp sürülmektedir.”
Bu haberden de anlaşıldığı gibi bizde de böyle bir ilginin varlığı ortada.
Koloğlu olayla bağlantılı olarak Tasviri Efkâr’daki diğer bir haberi de aktarıyor. 3. Selim’le ilgili bir haber bu. Şöyle: “Sultan III. Selim’in hayatında yapılıp, Fransa’da Versay Sarayı’nda bulunan tasvirinin aynı litografya ile alınmış olup, Çuhacı Hanı’nda satılmaktadır. Fiyatı Çin kâğıdına 60 kuruş, adi kâğıda 40 kuruştur.”
Evet, bilindiği gibi 3. Selim’in Kapıdağlı Konstantin tarafından yapılan portreleri 1815’te II. Mahmud döneminde John Young tarafından gravür olarak albüm haline getirilmiş ve Londra’da basılmıştı. İşte bu gravürlerden söz ediliyor.
Geçenlerde internette dolanırken 3. Selim’in vezirine yazmış olduğu bir hattı hümayuna rastladım. Konumuzla ilgili olduğu için size de aktarmak isterim. Aynı zamanda bu belge önceki bir programda ele aldığım İslam’daki tasvir yasağı konusuna da bir katkı sunuyor.
Sultan 3. Selim şöyle yazmış; “Benim Vezirim, França İmparatorunun (Yani Fransa İmparatorunun) hediyelerinden mahzuz oldum (yani hoşlandım) Hususan tasvirinden haz eyledim. Bana tasvirini irsal eylemek pek büyük dostluk ve hulus izhar eylemektedir... (yani, bana tasvirini göndermesi büyük bir dostluk ve gönül temizliğini göstermektedir)” diyor.
Düşünün 3. Selim dönemi... Yani 1700’lerin ikinci yarısı 1800’lerin başı… Şimdi böylesi bir davranış bize çok kibirli gelebilir. Düşünsenize Donald Trump’ın Tayyip Erdoğan’a kendi portresini hediye ettiğini. Ama o zamanlarda, görüldüğü gibi ‘bir dostluk göstergesi ve gönül temizliği’ olarak kabul ediliyor. Tarih alanında çalışırken, dönemin şartlarının ve anlayışının ne kadar önemli olduğunu ve bunu devamlı göz önünde bulundurmamız gerektiğini hatırlatmak isterim.
“... Avrupa’da dost dosta tasvirini hediye eylemek gayet mutena adettir. Sen bilmezsin, hele bu muamelesinden memnunum. Benim dahi mahsus yaptırdığım kendi tasvirim vardır. Büyük levhadır. Onu imparator dostuma irsal eyleyeceğim. Acaba elçiye teslim eylesek irsal edebilir mi? İstifsar ve istişaare eylesün (danışsın açıklığa kavuştursun) Reis efendi tercümanı çağırıp söylesün. Elçi Sebastini dostumuz vasıtasıyla gitse güzel olur.”
Görüldüğü üzere, fotoğraftan önce de birbirine kendi portresini, resmini hediye etme adeti bizde de var. Tabii herkes resmini yaptıracak durumda olmadığı için bizde de, başka ülkelerde de bu tip hediyeler en üst en soylu kişiler için söz konusu. Fotoğraf sahneye çıkınca bu alışkanlığın devam ettiğini ve zamanla halk tabakasına doğru yayıldığını görüyoruz.
Örnekleri çoğaltalım.
Gazeteci, yazar Ahmet Mithat Efendi de kitabında konuyla ilgili bazı detaylar veriyor. 1894 yılında kaleme aldığı (telif-çeviri) Adab-ı Muaşeret adlı eserde fotoğraf makinesini: Güneş vasıtasıyla resim alabilen, yeni icat eğlenceli bir sanat olarak tarif ediyor ve çok yaygınlaştığını belirtir. Öyle ki, “yalnızca Avrupa’da değil Türkiye’de bile büyücek şehirlerde ikamet eden, küçük-büyük, zengin-fakir insanlardan bu usulle resmini aldırmayan hemen hemen hiç kimsenin kalmadığını” yazarak ne kadar yaygınlaştığını da bize açıklamış oluyor.
Ayrıca kitapta şöyle bir cümle geçiyor… “Bazı kimseler posta pulu kadar ufacık fotoğrafya resimlerini vizite kağıtlarının üzerine yapıştırırlar.” Bu cümleden dönemin alışkanlıkları anlayabiliriz. Ayrıca yazar fotoğrafların insanlar arasında alınıp verilmesinden de söz ediyor ama tabii alınmasının da verilmesinin de bazı usulleri var. Bir kere, toplanan fotoğraflar herkesin kabul edildiği salonlarda değil, özel odalarda, ayna üzerlerinde veya albümlerde saklanmalıdır. Ahmet Mithat bir de şöyle ilginç bir cümle kuruyor: “Bir adamın gençlik resmine malik olursunuz, bir de ihtiyarlığı zamanındaki resmini ele geçirirseniz, iki hal arasındaki farkı teemmül, ne hakimane teemmül olur? İmzalı fotoğraf ise sahibi tarafından verildiğini gösterir ve filanca zata yadigar-ı muhibbanedir yollu bir de ibare yazılır. İbareyi resmin arka sayfasına yazmak tevazu, resim cihetine yazmak ise teşhir-i nefs maksadına mahmûl olur.”
Hanımlar ise kendi odalarında bir erkek resmi bulundurmazsa da bir erkekten resim (fotoğraf) istediği zaman bu bir lütuf olarak değerlendirilmelidir. Erkek isterse, kadın verip vermemekte serbesttir. Mamafih bir erkeğin kadından resim istemesi ve kendinde bulunan hanım resimlerini başkasına göstermesi adab-ı muaşerete aykırı bulunur. Genç kızlar ise sadece nişanlısına resmini verir ve odalarında kendi akrabasından ve ihtiyar dostlardan başka hiçbir erkeğin resmi bulunmamalıdır.
Ahmet Mithat Efendi kitabında hatıra olarak verilen fotoğrafları çektirirken de, dikkat edilmesi gereken noktalara değinir. Resmi yerlere ve hatıralara açık saçık resimler verilmez. Kadınlara verilecek resimler suvare kıyafetiyle olmalıdır. Subaylar ise üniforma ve rütbeleriyle resim çektirecekleri için ancak bu sembollere saygı duyacak kişilere resimlerini vermelidirler.
Görüldüğü gibi fotoğraf biriktirme alışkanlığı bizde de gelişmiş ve kurallara bağlanmış.
Şimdilerde fotoğraf sanal bir görüntüden ibaret. Çok az kişi bu dijital görüntüleri tab ettiriyor. Dolayısıyla bahsettiğimiz bu adet günümüzde unutulmuş olabilir ama yakın geçmişe kadar bu alışkanlığın sürdüğünü söyleyebiliriz. Hatta yakın zamanlara kadar birçoğumuzun aile albümlerinde hiç tanımadığı insanların fotoğrafları çıkmaktaydı. Karıştırsak hala çıkar. Bu aslında geçmişteki fotoğraf değiş-tokuşunun da ispatı. İsmi zar zor hatırlanan komşuların, tanıdıkların bu fotoğraflarıyla öylece kalakalan; ne yapacağını bilemeyen, atmaya kıyamayan fakat saklamak da istemeyen bir çok kişi tanıdım. İşte! sizin aile albümlerinize sızmış bu insanlar geçmişteki modaların esintisini getiriyor. Kimbilir sizin aile büyüklerinizin fotoğrafları da kimlerin albümlerinde misafir?
Bizi "fotomuzeturkiye" adlı Instagram ve Twitter hesabından takip etmeyi; görüş ve önerilerinizi paylaşmayı unutmayın. Sağlıcakla kalın!